24 Ocak 2017 Salı

Pazar Sendromu

Günlerden Pazar olmasına rağmen sabah saat dokuz gibi uyandım. Hayret! Kar yağıyordu. Oysa Londra da kar on veya on beş yılda bir yağarmış. Önemli değil, kar yağışını severim. Mutfağa gidip sıcak bir kahve hazırladım. Pencerenin önündeki koltuğa oturdum. İyi ki pazar bugün dedim kendime. Çok yoğun çalıştığım bir hafta geçirmiştim. Londra ya geleli bir hafta olmuştu. Türkiye de çalıştığım ilaç şirketinin yabancı ortağı bana burada çalışmam için teklifte bulunmuş ben de kabul etmiştim. Kariyerim için önemli bir fırsattı. Üstelik yabancı bir ülkede bir müddet yaşamak ta cazip gelmişti. Şirketin benim için Wimbledon da kiralamış olduğu bu evde oturacaktım. Wimbledon Londra'nın çok sakin bir banliyösü. Gerçi bugün Pazar ama diğer günlerde böyle. Dışarıda tek tük araba ve köpeklerini gezdiren birkaç kişi dışında pek kimse yok. Zihnim sürekli yarın yeni şirketimde yapacağım sunumda. Bir haftadır bu rapor için uğraşıyorum. Yatan hastalarda oluşan yaralar için yeni üretilen bir ilacın yan etkileri üzerine çalıştım ve hazırladığım raporu yarın 10.00 da ki toplantı da kurula sunacağım. İyi ki Pazar günü var. Bugün kafamı dağıtıp yarın için enerjik ve dinamik olmalıyım.

Laptopta Türkiye'de ki haberlere baktım bu arada. İç açıcı hiçbir şey yok. Yine iki şehit vermişiz. Bunlar neden hep benim ülkemde oluyor? Oysa burası başka bir dünya gibi ama yaşayanlar bizim gibi insan. İki gözleri bir burnu bir de ağızları var. Uzaylı falan değil yani.

Saate baktım. On iki olmuş. Biraz çıkıp hava alacağım. Kar da kesildi zaten. Paltomu giyip şemsiyemi de aldım. Londra da kar her an yağmura dönebilir. Evimin yakınındaki tren istasyonuna geldim. Buradan Londra trenle 15 dakika. Londra'nın Oxford caddesinde ineceğim. Güzel kafeler varmış. Hem de bir şeyler atıştırırım diye düşündüm. Durakta indim. Biraz yürüdükten sonra Oxford caddesine çıktım. Gerçekten ihtişamlı. Eski binalar özenle korunmuş. Trafikte kaos yok. Yaya kaldırımları da geniş. İnsanlar rahat rahat yürüyebiliyorlar. Birkaç mağazanın önünden geçtim. Ara sokağı geçtikten sonra köşedeki bankanın önüne gelince birden irkildim. Banka açıktı. Camdan içeriye baktığımda bankoların önünde sıra bekleyen müşterileri gördüm. Bu banka Pazar günleri de çalışan özel bir banka olmalıydı. Biraz daha yürüdüm. İşte şurada da Postane var. Eskiden olsa Türkiye'ye tebrik kartı gönderirdim diye güldüm kendi kendime. Fakat Postane de çalışan memurları görünce içime bir kurt düşmeye başladı. Yoksa bugün Pazar değil miydi? Aşırı iş yoğunluğundan günleri mi karıştırmıştım ben. Yoksa rüyada mıydım? Evet, bugün herkes çalışıyordu burada. Hemen bir gazete aldım. Evet, bugün pazardı. Bir kafeye oturup kahve söyledim bir şey yiyecek durumda değildim çünkü. Rüyada olsam ayağımı vuran ayakkabının acısını hissetmezdim. Gazeteyi açtım. İlk sayfadaki haberde bir protesto yürüyüşünden bahsediyordu. Londra'nın bazı semtlerinde halk hükümetin ekonomik krize önlem olarak, Pazar günlerinin de işgünü olacağını, bir müddet tatil yapılmayacağı kararını protesto ediyordu. Sandalyenin altımdan kaydığını hissettim düşecekken masaya tutundum. Nasıl olur da unutmuştum. Şirkete ilk geldiğim gün söylemişlerdi. Bir müddet Pazar günleri de çalışılacağını.

 Hemen bir taksiye atlayıp şirkete geldim. Bu ara da saat ikiyi on geçiyordu. Asansörle toplantının yapılacağı kata çıktım. Salonda kimseler yoktu tabii. Koşarak odama giderken bölüm şefimin kızgın ve soran gözleriyle karşılaştım. Hemen odadaki masama gitmemi söyledi. Masada adıma hazırlanmış istifa dilekçesi ile bir adet uçak dönüş bileti duruyordu. Herşey mahvolmuştu. Kariyerime nokta koymak zorundaydım.

Yazan: Sibel Özden ÇİMEN


13. Pazar

—Kendime bir şans daha vermeye karar verdim.

Bu kez yılların alışkanlığından sıyrılıp; henüz olmamış şeyler hakkında endişelenmekten, olanları - olmasını istediğim gibi kesip biçmekten ve çoktan gelip geçmiş hikâyeleri her defasında yeniden yazmaktan vazgeçiyorum.
Neden?
Bu şimdiye kadar hiçbir işe yaramadı da ondan.
Bir sistem geliştirdim. Oldukça karmaşık. Yarının tedirginliğini ve geçmişin referanslarını bugünün deney tüpünde sallayıp karıştıracağım. Kendimi, ellerimle hazırladığım bir cadı kazanının içinde asidik bileşenlere maruz bırakıyorum. Artık ne olacaksa olsun. Sitrikinin…*

Küvete geçtim ve sıcak suyu açtım. Vanayı, anahtarı, duş ahizesini artık adı her ne ise o yıkanırken kullandığımız telefona benzeyen kablolu şeyin kolunu; su neredeyse kaynama noktasına gelene kadar sola çevirdim. Bir bakır tasa ihtiyacım var. Evdeki tek bakır şey yumurta sahanı. Onu aldım. Sonuçta ben profesyonel değilim. Sahanı kaynayan su ile doldurup en pembesinden 1. Derece yanıklarımı itina ile oluşturdum. Hızlı hızlı ve sanki yanmak yeterince acı verici değilmiş gibi sahanla arada kafama vurarak ve kendime kızarak yıkandım. Ev öyle sıcak ve boğucu geldi ki banyodan sonra bana; ardı ardına birkaç bardak su içtim. Pamuk ve pestil şeklinde bir ara forma dönüşmüş vücudumu kanepeye taşıdım. Hava iyiden iyiye kararmış; perdeler çekili, ışıklar açık. Televizyonu açtım. Yüzlerce kanal var. Üşenmedim ve hepsini tek tek geçtim. Aradığım program hiçbir listede yok. Bilgisayara yöneldim. Bu aslında oluşturduğum programa/detoksa/projeye uygun bir iş değil. Bilgisayarın, cep telefonun, internetin filan bu gece hayatımda olmaması lazım. Ama dedim ya; ben amatörüm.



Nihayet internette aradığımı buldum. Bilgisayarı televizyona bağlayıp, sesinin açtım. Kıymalı patatesli böreklerimden kocaman ısırıklar alarak, pijamamın içine gömülüp seyretmeye başladım. Bizimkiler her zamanki gibi efsane. Hala Ali’ye âşık, Sekreter Demet’e hayran Sabri bey’in karısı Ayla Hanım’dan korkuyormuş gibi izledim. İlk 20 dakikanın içinde Cemil camdan sarktı; elinde bira şişesi: ‘’ Bizim bir rahmetli vardı, benzetmek gibi olmasın...’’ deyiverdi.

Börekler bitti, uyku yavaş yavaş şekerli bir parfüm gibi ruhumda gezmeye başladı. Son kalan enerjimle Parliament Sinema Klübünü açtım. Geleceğe Dönüş 1.
Battaniyeye sımsıkı tutunmuş halde uyuya kalmışım.
Bir kez de Pazartesi Cumartesiden başlamasın diye korkularımın üzerine gittim. Kişisel gelişiyorum en nihayetinde. En başarılı Pagandan daha Paganım. Geçmişten gelen bütün ritüelleri eksiksiz tamamlayıp, haşlanıp- paklanıp kendimi bir sonraki güne hazırladım. Bir tür Davranış Toksikolojisi. Modern Paganizm.
—Kendime bir şans daha vermeye karar verdim.

Yazan: Gökçe ÇİROZ


* Yirminci yüzyılın başında en popular zehirlerden biri olan sitrikinin merkezi sinir sitemini tahrip ederek aşırı refleks tepkilerine yol açar. Doğru dozla, mağdur şiddetli ağrılarla 10-20 dakika içerisinde ölebilir. Sitrikinin, Agatha Christie’nin ilk cinayet kitabı “Ölüm Sessiz Geldi”de kullandığı cinayet silahıdır.


23 Ocak 2017 Pazartesi

Pazartesi Cumartesi'den Başlayacaktı

Yatak odamın ortasına oturdum. Yere yığdığım giysilere, kozmetik ürünlerine baktım. Hangisini alsam? Yolda hangi iç çamaşırıyla rahat ederim. Tuvalet ihtiyacımızı nasıl gidereceğiz? Yemek yiyecek miyiz? Diş fırçası, macun gerekir mi? Kitap okumadan uyuyamam e-book mu almalıyım yoksa kağıttan kitap mı? Ya Sherlok? Kedimi alabilir miyim diye neden sormadım? Belki kediler için de bir şeyler yapılıyordur. Sadece insanla olmaz ki? Sorular, sorular? Daha önce giden biri olsa da sorabilseydim yolculuğu, gidilen yerdeki yaşam koşullarını. Aklıma Hümeyra’nın seslendirdiği şarkı geliyor.  Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirindendi sanırım. Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘Sessiz Gemi’ adlı şiirini bilmeyeniniz yoktur. Çok kişi gibi bende şair ölümden bahsediyor sanıyordum. Meğerse Nazım Hikmet’in annesi Celile hanıma yazmış. Celile yazları Ada’ya gidermiş. Yahya Kemal iskelede sevdiği kadının gidişini çaresizce izlerken bu gidiş ölüm gibi gelirmiş ona. Hümeyra da çok güzel söyler bu şarkıyı. İçimden sesimle mırıldanmaya başladım. 



  “Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
  Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
  Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
  Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
  Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
  Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
  Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
  Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
  Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
  Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
  Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
  Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. “



    Şairin sevgilisi döndü mü bilmiyorum ama benim gideceği yerden kimse dönmedi. Dönen yok ama gitmek isteyen çok. İnsanoğlu işte. En küçük umudun ya da mini minnacık bir olasılık bile olsa denemek sahip olmak istiyor. Bende istiyorum. Çocuk olmadım, genç olmadım, Evlendim evlilik nedir anlamadım. Çocuklar büyüdü emekli oldum. Dizler ağrımaya, gözler görmemeye başladı.  Şahane bir yalnızlık oldu seçimim. Çok şikâyetim yok. Peki, yepyeni bir benden ve üstelik bu akılla şahane olmaz mı? Ne kaybedeceğim? Birkaç yıl, beklide birkaç gün ya da an. Yaşadıklarıma tutayım. Bir dönen olsaydı keşke içim daha rahat olacaktı. Olmaz ki, Dönen olsa ya kimse gitmek istemez ya da herkes ister bana sıra gelmez Gerçekten vaat edildiği gibimi her şey. Pazartesi Cumartesiden başlayacakmış; öyle dediler. Bir gün eksik yaşayacakmışım ama sonra koca bir hayat kazanacakmışım. Tamam ya, karar verdim. Başvurumu yaptım. Kabul edildim. Sağlık muayenesinden de taş gibi çıktım. Gastrit var ama önemli değil dediler.  Defalardır Gelen e-postayı okuyorum. Uyuyamıyorum. Kimseye veda da etmedim. Herkesi eve çağırıp dramatik bir konuşma yapıp helalleşmemekle hatamı ediyorum? Açıklama yapıp çağırsam herkes vazgeçirmeye çalışacak. Açıklama yapmadan çağırsam gene abuk sabuk bir projesi vardır moruğun diyecekler. Gelmeyecekler. E-posta göndersem, sms atsam, Whatsapp'tan yazsam; olmaz. Hemen görebilirler. Ben gittikten sonra haberdar olmalılar. Sevmiyorum vedaları. Kimseye hak vereceğim de yok alacağım da. Demode ritüeller bunlar. Hayat benim hayatım; beden benim bedenim. Hep sırt çantamı alıp habersiz yüreğimin götürdüğü yere gitmek isterdim. İşte fırsat. Ah! John seni görebilseydim. Yanımda olup yeni hayatımda rehberim olmanı isterdim.  Bugün cumartesi yarın pazartesi bambaşka biri olarak açacağım gözlerimi. Koloniler Birliği beni genç diri bir bedende anılarım, tecrübelerim ve bu aklımla yeniden başlatacak. Yaşamak istediğim, yaşayamadığım her şeyi yaşayacağım ahdim olsun. Karşılığı ne bilmiyorum. Düşündüm de burada bir ömür geçti karşılığını alabildim mi? Hayır!  Bekle beni yeşil gençler, maceraya hazırım.

Kapımı çalıyor? Sanki kapıyı kıracaklar. Et kokusu da ne? Yanıyor muyum? Offf? Sabah hamaratlığım tutmuş ocağa yemek koymuştum. İçim geçmiş üç saatçik. Evde göz gözü görmüyor. Kapıda komşular ellerinde telefon, balta, su kovası. Bu seferde yakamadın apartmanı diye kızgın kızgın bakıyorlar. Ocağı söndürüp kapıyı camı açtım. İçim burularak “Yaşlı adamın savaşı”  kitabına baktım.  John Scalzi ne güzel bir rüya verdi bana. Aslında kaçırdığım bir şey yok 75 yaşıma daha çok var. Pazartesi Cumartesinden başlayabilir. Olabilir neden olmasın?

Yazan: Nebahat ÇAVUŞ


Asteroid-313

"Nasıl yani?" diye merakla sordu Kubi. Skleraları* şaşkınlıktan yemyeşil olmuş ışıldıyordu. "Şimdi bana, siz dünyalıların hiçbir şey yapmadan, boş boş oturabilecekleri bir günlerinin olduğunu mu söylüyorsun?"

"Evet" diye yanıtladım. Ardından hemen "Yani kısmen boş boş geçirecek" diye düzelttim. Sonra sordum "Neden şaşırdın anlamadım, bana sizin gezegende de gün ve ay isimlerinin bizimkilerle aynı olduğunu söylemiştin diye hatırlıyorum."

"İsimleri aynıdır ama sanırım sıralamaları biraz değişik. Bizim gezegende Cumartesi'den sonra Pazartesi gelir."

"Ama bu çok saçma" diye itiraz ettim. "Dinlenmek ya da eğlenmek için bir gün ayırmalı kendine insan."

"Asıl saçma olan sizin dünyanızdaki uygulama" diye karşı çıktı leyleklerin tıkırdamasını andıran bir sesle. Sesi yükselmişti ama yüz hatları olmadığından ve konuşurken dudakları bizimkiler gibi büzülmediğinden sinirlenip sinirlenmediğini anlayamadım. Zaten öfkelenmek, sinirlenmek, nefret etmek gibi hisleri dünyaya geldiğinde öğrenmişti ve bu yüzden bu duygulara karşılık gelen bir göz rengi şimdilik oluşmamıştı. Pazartesileri cumartesiden başlatacak kadar ilginç bir gezegenden gelen birine öğretecek tek şeyimizin öfke ve nefret olması içimi burktu.

Yine de gözleri uçuk, tozlu bir maviye dönüşmeye başlayınca sakinleştiğini ve huzur seviyesinin maksimumda olduğunu anladım. Kendi lisanında yumuşak sayılabilecek ama bana örs üzerinde çınlayan bir çekiç gibi gelen ses tonu ile devam etti anlatmaya…

"Düşünürsen, aslından ne kadar saçma olduğunu sende anlayacaksın. Mesela o gün ne yapacaksın. Kana kana uyumak istesen balığa çıkamazsın, arkadaşların pikniğe gitmek istesen, kız arkadaşın onu ektiğin için canına okur; kırlarda, bayırlarda dolaşmak, denize gitmek istesen, en sevdiğin diziyi kaçırırsın; yalnız kalıp kafa dinlemek istesen, uzun zamandır ziyaret etmediğin annenin sitemini dinlemek zorunda kalırsın. Aynı zaman aralığında her şeyi yapmak zorunda olduğun tek bir gün! Bu korkunç. Yapman gereken onca şey arasında seçim yapmaktansa ve yaptığım her seçim başka bir  seçeneği reddetmek anlamına geliyorsa ve her yapamadığın şey için üzüleceksen veya bu yüzden birinden azar işiteceksen, bugünün hiç olmaması daha iyi değil mi?"  Cümleleri makineli bir tüfekten dökülen boş kovanlar gibi bir biri ardında sıralarken gözleri üzüntüyle çürümüş bir kavuniçiye döndü. Bizim için gerçekten üzülmüştü Kubi.

"Ama yine de hafta sonu olmayan bir düzen anlamsız değil mi?" diye sordum usulca.

"Hiç de değil. Zaten bir haftanın sonu diğerinin başı değil midir? Bence böylesi çok daha iyi."

Sustum. Haklıydı aslında. Zaten hiçbir şeye yetmeyen bir günün varlığı gerçekten de saçmaydı. Belki de bugünün de çalışarak değerlendirilmesi dünya ekonomisine büyük katkı sağlardı. Hem zaten çoğu kez tüm bir Pazar gününü Pazartesi günü işyerinde başımıza gelecekleri düşünmekle heba etmiyor muydum? En azından bundan kurtulurdum. Hatta Pazar günü olmazsa Pazartesi Sendromu diye bir hastalıkta olmazdı muhtemelen. Sonra birden zihnimde çakan bir şimşekle kendime geldim.

"İyi de" dedim. "Astereoid-313'te de bir yılın 365 gün olduğunu söylemiştin. Ve hatırladığım kadarıyla takvimlerimiz de birbirine çok benziyor. Pazartesiler Cumartesi'den başlıyorsa Pazar günlerinin takvimden düşmesi gerekiyor."

"Evet" dedi omuzlarını kısarak. "Güneş etrafındaki dönüşümüzü 365 günde tamamlıyoruz ama takvimlerimizde 313 gün var."

"Peki, kullanmadığınız 52 tane Pazar günü ne oluyor?"

"Ha onlar mı? " diye umursamazca sordu. Benden bakışlarını kaçırmak için başını öne eğse de, parlak zeminden yansıyan, hınzır bir türkuaz ile parlayan gözlerini fark ettim.

"Şey… Bizde yılbaşı tatili 52 gün sürer de…" 
Yazan: Umut ÇALIŞAN



*Sklera: Bizim göz akı diye isimlendirdiğimiz, gözün beyaz kısmı. 

Gündemsiz Edirne Kitap Okur kahvaltısı.



18 Ocak 2017 Çarşamba

Kara Lastik

1970’lerin ortaları. Atatürk Ortaokulu’nda  bir yıl önce 3 dersten kaldığım için sorumlu öğrenciyim. Aynı zamanda babamla anlaşamadığım için de sorunlu. O dönemde kurallara göre sadece sorumlu olduğumuz derslerden sınıflara giriyor, diğer zamanlarda okulun bahçesinde zaman geçiriyoruz. Benim gibi 7/8 öğrenci daha var, çoğunluğu erkek, üç kız var ve ben birine aşığım. Haberinin olmaması önemli değil, önemli olan ben biliyorum.

Yaşımız gereği ergenliğe adım attığımız sorunlu dönemler. Saçlarım kıvırcık, şapkam başımdan eksik olmuyor. Kendimi havalarda görüyorum, tek eksiğim ayağımdaki ayakkabıların kara lastik olması.

 Güneşli güzel bir cuma günü okul bahçesinde ders arasında tüm sorumlular birlikte sohbet ediyoruz. Öyle havadan sudan, okuldan derslerden falan. Kızlardan biri bana bakarak; 
—İsmail, sana bir şey sorabilirmiyim?
-Sooor.
—Neden ayakkabı değil de kara lastik giyiyorsun?
 Şok yaşıyor tüm öğrenciler, ne yanıt verebilirim ki? Babamın parası yok o yüzden diyemiyorum, yutkunup duruyorum. Derken bir soru daha;
—Hadi kara lastik giyiyorsun hiç olmazsa altı delik olmayandan giyemez misin? (Demek altıda delinmiş ve benim haberim yok)

  Duramıyorum orada daha fazla, kalan son dersimi de beklemeden en iyi yaptığım işi yapıyorum yine kaçıyorum okuldan. Doğru Boyacı Şezai’nin yanına. Dokuz gün tam mesai çalışarak kendime bir çift bot alıyorum. (İlkbahar ve yazın ilk günlerinde bile ayağımda o botlarla bitiriyorum öğrenim dönemini)

(40 yıl sonra)

 Emekliyim artık, pazartesinden cumartesiye altımda bisiklet, sırt çantamda kitabım, gazetem, suyum ve ara öğünlerimle uzun turlara çıkmadığım günlerde kent içinde eş, dost, arkadaşları ziyaret ediyor, zamanımı keyifli geçirmeye çalışıyorum.

     Yine böyle bir günde Zübeyde Hanım caddesinde ilerliyorum. Kara lastik düşmanı arkadaşım da bisiklet meraklısı, karşıdan gözüküyor.. Bisikletini yolun kenarına park etmiş, beni görmüyor büfeden alışveriş yapmakla meşgul. Birden aklıma o gün geliyor. Önce kendi ayaklarıma bakıyorum, ayağımda bisiklete uygun bir çift ayakkabı, rahatlıyorum. Onun ayaklarına doğru bakıyorum ama yerdeki dondurma dolabı yüzünden ayağında ne var göremiyorum. Derken bisikletine takılıyor gözüm. Dış lastikleri oldukça yıpranmış, ve ön lastiğinin yarılmış, iç lastiğinin fırlamak üzere olduğunu görüyorum. Bir bisikletçinin gözünden imkansız kaçmayacak bir görüntü ve böyle pedal basılmaz. Derken yaklaşıyor, beni görünce gülümseyerek; “Merhaba” diyor. Selamını alıyorum ve aklıma gelen soruyu; 

-Neden yırtık lastikle geziyorsun? 

Soramıyorum. İyi günler dileyip yanından ayrılıyorum…


Yazan: İsmail Demiray


Beyaz Çaresizlik

Penceremin önünde kar tanelerinin süzülerek yere inmesini izliyorum. Önce salınarak bir balerin edasıyla süzülüyorlar. Sonra hızlanıyorlar, telaş içinde eve koşturan insanların telaşıyla yere iniyorlar. Bahçemdeki çam ağaçları üzerinde birikmeye başladılar bile. Gecenin karanlığı yavaş yavaş her yere yayıldı. Bahçenin ışıklarıyla kristal gibi parlıyor ağaçların üzerinde birikenler. Yolculuğa devam edenler ise, ışık hüzmesinde sihirli bir yol çiziyorlar sanki. Kar güzel yağıyor. Ne çok ihtiyaç vardı. Tarlalar susuz kalmış, buğdaylar neredeyse yarı yarıya çıkmış, çıkanlar da soğuktan donmak üzereydi. Şimdi buğday tarlalarının üzeri en yumuşak, en sıcak örtüleriyle örtülecekti. Beyaz bir yorgan gibi. Ne kadar tuhaf içimdeki müzik kar tanelerine eşlik edemiyor. Sanki bu güzelliğin yüreğime inmesini engelleyen bir şey var. İç melodim bu güzelliğe eşlik edemiyor. Duygularım mı küntleşmişti? Yüreğim mi nasır bağlamıştı. Gözlerimin gördüğü bu güzelliğe yüreğim neden eşlik edemiyor. Öylece gözümün gördükleri yüreğime yol alamadan izliyorum kar tanelerinin telaşını. Beyaz umut mu? Beyaz çaresizlik mi? Yarım asırlık bir yolculuğa çıkıyorum penceremin önünde. Gecenin karanlığında kayboluyor şimdiki zaman.
Karlar altında kalmış küçük bir ev. Evin sadece girişi ve bir küçük pencere açıklığı kardan temizlenmiş. O mavi boyalı küçük pencerenin iç kısmındaki çıkıntıda ben oturuyorum. Sanırım 4 ya da 5 yaşlarındayım. Sadece küçük bir alanı görüyorum. Bembeyaz, sadece beyaz, beyazın en parlağı... Her tak sesiyle irkiliyor bağırmaya başlıyorum. Abla koş abla koş gene düştü öldü mü hemen bak abla… Koş abla..Pencerenin iç kısmındaki çıkıntısında ben oturuyorum. Dışarıdaki çıkıntıya ise donmuş gugukçuklar ya da minik serçeler düşüyordu. Ablam dışarı çıkıp eline alıyor ölmüş bu diyordu bazen. Bazense can çekişen kuşu avuçlarıma koyup üzülme bak ölmemiş şimdi ısınınca canlanır diyordu. Akşamları ise evin içine kürekler alınıyordu. Kar çok yağarsa kapımız kapanırsa diye. Korkardım, ya kaybolursak karın altında derdim. Ablam başımı okşar, korkma babamız yanımızda o bizi çıkarır derdi. Kar çaresizlik ise baba güç ve kurtarıcı idi.
Mevsimler birbirini takip ediyor bir başka kış geliyordu yine. Çocukluğumun kışları hep çetindi. Ben bu çetin kışlarda beyaza saygıyı ve güçlüklere kafa tutmayı öğreniyordum. Çoğu kez bana çağrıştırdığı çaresizlik oluyordu. Kış demek, kar demek çaresizlikti. Küçük beynim ve yüreğime hep bunlar kazınıyordu.

Yine böyle bir kıştı. Her yer neredeyse diz boyu kar ile kaplıydı. Ben yine pencerede aynı yerde oturuyordum. O küçücük odada dünya ile tek bağlantımız burasıydı ve bunu en iyi değerlendiren bendim sanki. Karşıdan komşuların bahçemizden evlerine geçişini izliyordum. Anne baba ve yanlarında 2 kişi daha. Sırayla yürüyorlardı. Kardaki izleri karşıdan bir oya gibi görünüyordu. Zorlu yürüyüşlerini öylece izliyordum. Birkaç saat sonra başka bir komşu gelmişti.

—Duydun mu Hatice Ülker’i kocası dövmüş getirip babasının evine atmış. Bir de kızını getirmiş yanında.
—Annem nerden çıkarıyorsunuz bunları belki annesini babasını özlemiştir. Yazıktır, günahtır
-   Yok, yok zavallıyı getirip, silkeleyip atmış
İşte yine bir kar yine bir çaresizliği getirmişti. Anneme sokuldum.
—Şimdi ne olacak anne dedim.
-      Sincap, sen büyüklerin konuşmasını mı dinliyorsun. Anne babasını özlemiş, onlarla biraz kalıp sonra kendi evine dönecek dedi annem.
Birkaç zaman sonra bu olayın da bir insanı ölüme götürdüğüne şahit olacaktım. Tıpkı camın önüne düşen donmuş kuşlar gibi. Olayın içindeyken olayı yaşarken ne kadar büyükmüşüm. Kendimce ve bu kadar doğru nasıl yorumlamışım. Şimdi hatırlayınca o günlerde oralarda olan ben değilmişim gibi.. O kadar uzak.. .O kadar yaşanmamış sanki...
Bu çetin kışta en çaresiz zamanda Ülker babasının evine bırakılmıştı. Dünyalar güzeli bir kızı vardı. Simsiyah lüle lüle saçları o bembeyaz yüze öyle masum düşerdi ki, eliyle hızla saçları yüzünden atar o simsiyah pırıl pırıl iri gözleri ortaya çıkardı. Ülker’in kızı benden sadece birkaç yaş küçüktü ve daha sonraları artık onu annesiymiş gibi sevecektim. Evet, bu inatçı kar bizi terk etmişti. Artık güneşi görmeye başlamıştık. Sonra sonra havalar ısındı. Bahar mıydı yaz mıydı hatırlamıyorum. Ülkeri’n kızıyla oynamaya diye komşuya gitmiştim. Evde bir sürü insan bir telaş bir telaş. Ben büyük odaya girer girmez beni kovalamışlar çık buradan sen ne arıyorsun burada diye bağırmışlardı. Ülker odanın bir köşesinde yatıyordu. Kadınlardan biri
   -    Vah bahtsızım vah kadersizim. Ölüyor. İki küçük çocuk baba evinde vah kadersizim. Vah güzel kızım
   -               Ateşi çok yükseldi, cayır cayır yanıyor yavru diyordu bir başka kadın
-          Kanama, kanaması çok fazla diyordu diğeri Bir başkası..
-          Kara Ahmet’i çağırın onda yılancık taşı var. Alsın gelsin taşlarını diyordu.
-          Bahçedeki ocağın taşları arasına gizlenmiştim. Ortaya çıktığımda beni kovalıyordu büyükler.  Kara Ahmet gelmişti. Kutusu elinde. Merak ediyordum taşları. Taşları çıkarırken meraktan yine fırladım yanlarına. Boy boy yuvarlak taşlardı. Kadının biri yılancık ise taşlar yapışır diyordu. Beni farkedince yine kovaladı. Ben yine taş ocağın taşları arasına gizlendim.
Esmer bir kadın vah gitti gitti anam diye bağırarak çıktı dışarı gitti. Öldü anam öldü. Dört parmağını göstererek önce havaya kaldırmış, sonra iki bacağının arasına sokmuş, ha böyle sazları sokmuş sokmuş.Kanama kanama..Ne yapsın zavallı. Zaten 2 çocuk var. Bu yüzü hemen unutmak istedim. Sanki Ülker’i o öldürmüştü. Adını da yüzünü de hemen orada unutmuştum. Ölümün soğukluğuyla ilk kez orada o anda küçücük bir çocukken tanışmıştım. Bu ölüm de kar ile gelmişti. Tıpkı guguk kuşları gibi .
      O günden sonra Ülker’in kızının annesi olmuştum adeta. Onun yanında bir kez olsun anneme anne diye seslenememiş, her öğünde onu bize getirip, yemeğini yedirmiştim. Öğlen saatlerinde onunla birlikte uykuya yatmıştım. O küçüktü uyuyarak büyüyecekti. Bir yıl sonra ben okula başlamıştım. Babası ben okuldayken Ülker’in kızını alıp götürmüştü. Veda bile edememiştik. Yıllar sonra onun da anne olduğunu duymuştum. O can parçasını babası alıp götürdükten sonra hiç görmemiştim.
        Kar beyaz kar... Bereket dediğimiz kar...Çocukluğumda çaresizlik diye kodlanmıştı beynime.
     Babam adeta kendini kapıya vurarak girmişti içeri. Ellerinde fileler, şapkası, paltosu kar içinde kardan adam gibi. Elindeki çantaları kapının arkasına bırakıverdi. Elleri tutmuyordu. Sobaya yaklaştırdığı an acıyla uzaklaşıyor kıvranıyordu. Ellerine baktım. Patlıcan moruydu. İlk kez ilk kez bu kadar morarmış eller görüyordum. Acıdan gözlerinden yaşlar geliyordu. Köşeye büzülmüş, korkmuş gözlerle babamı izliyordum. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu acı ne kadar sürdü bilmiyorum. Neden sonra paltosunu çıkarabildi. Sonra yanıma oturdu. Hanım şu çantaları getir dedi. Çantalardan 2 küçük kırmızı manto çıktı. Yakalarında kürkü olan. Kırmızı ponponları olan.. Sonra 2 küçük bot. Botların kenarındaki işçiliği hala hatırlıyorum. Çizebilecek kadar net hatırlıyorum. Deri dantel gibi işlenmişti sanki. Kızlarıma manto aldım derken morarmış ellerinin acısını çoktan unutmuştu. Babam canım babam.Her tarafta metrelerce kalınlıkta kar varken o aşağıdaki köylerdeki insanları da alır şehir merkezine taşırdı. Traktör kasasının arkasını bir brandayla kapatarak ihtiyacı olanları şehir merkezine taşırdı. Hastasını, yolcusunu. Çoğu zaman para almazdı. Bazen ısrarla bırakanlar olursa onunla da bize meyve ya da giysi alırdı. Böyle bir işi yapmasına hiç gerek yok iken. O dönemde bizim oralarda traktöre sahip tek kişi olarak, kendini sorumlu hissederdi. Kar demek fedakarlık demekti, fedakarlık ise babam demekti.
      Mevsimler değişti, yeni kışlar yeni karlar geldi. Artık eskisi gibi uzun kalmıyordu kar. Geçerken uğrayıp bir selam vereyim der gibiydi. Öyle metrelerce tepeler oluşturmuyordu. Çaresiz hissetmiyordum. Belki de biraz büyüdüğüm için biraz daha farklı bir gözle bakabiliyordum. Artık ilkokula gidiyordum. Kar yağdığında artık evimizin kapısını kapatmıyor kış geceleri komşularımız rahatlıkla bize gelebiliyordu. Özellikle genç kızlar bize gelmek için can atıyordu. Dışarıda bembeyaz tertemiz bir örtüden evimize girdiklerinde içeride bahar vardı. Sıcacık bir oda. Her zaman temizlik kokan, dikkatinizi çekerim deterjan demiyorum temizlik kokan. Sonra özenle örülmüş danteller. Üzerlerine ipeklerle kuşlar, çiçekler işlenmiş yastıklar. O kuşlar o kadar canlı dururdu ki, çok dikkatli bakınca sanki bir an uçup havalanacaklar gibi gelirdi. Rengarenk ipeklerle işlenmiş yastıklar. Dantellerle süslenmiş örtüler..Dışarda kar içerde bahar vardı sanki.Ama daha da güzeli.Kadife sesli annemin o güzel sesiyle seslendirdiği halk hikayeleri. Tahir ile Zühre, Aslı ile Kerem ve daha niceleri.Genç kızları bir mıknatıs gibi bizim eve çekerdi. Ne güzel şiirler okurdu annem. Kadife sesli, ipek saçlı annem. O kadar narin, o kadar zarifti ki, sanki bütün şiirlerin şairi gibiydi. Sanki bütün aşk hikayelerini annem yazmıştı. Öyle sıcaktı ki odamız. Buram buram sevgi. Buram buram şiir, buram buram temizlik kokuyordu. Tıpkı dışarıdaki karın temizlik, saflık çağrıştırdığı gibi.
    Yarım asırlık yaşamımda kar taneleri bir kez umut olarak yağmıştı. Ortaokula gidiyordum. Matematik sınavında öğretmenim beni kendi masasına oturtmuştu. İlk 15 dakikada sınavımı bitirmiştim. Pencereden dışarı baktım. Lapa lapa kar yağıyordu. Salına salına inen iri kar taneleri balerin gibi süzülerek aşağı iniyordu. İçimdeki melodi benim iç müziğim bu balerinlere eşlik ediyordu. Zihnim pırıl pırıldı. Umutlarım yeni tomurcuklanmış bir gül gibiydi. Başaracağım dedim başaracağım. Ne güzel ne eşşiz müzikti, ne eşsiz bir danstı bu. Bu ne beyaz bir saflıktı. Bu küçücük yürekte bu ne büyük bir güçtü. Hayatımda ilk kez kar umut olup yağmıştı. Korku yoktu, çaresizlik yoktu. Esaret yoktu.
     Mevsimin ilk karı umut olmuştu ama 2. Kar yağdığında hurda bir otobüsle köy yolundaydım. Geceydi. Dışarısı kapkaranlıktı ama yerler yine karla kaplanmıştı. Hurda otobüsün camları nefesimizden buğulanmıştı. Dışarısı görünmüyordu zaten karanlıktı. İçerde ağır ve rutubetli bir koku ve yüreğimde acının en büyüğü. En kötü haberi almıştım. Babam canım babam, fedakarlığın adı, sevginin adı, kar ın beyazı babamın beyin tümörü olduğunu öğrenmiştim. Çaresizliğin ne olduğunu işte bu hurda otobüsün içinde yüreğim yanarken anlıyordum. Otobüs kayıyor, kara saplanıyor bir türlü yol alamıyordu. Kayınca içerdeki insanlar korkuyor bağrışıyor ama ben içimde bir yanardağı ile buz gibiydim. Kar kar bana hep acı hatıralarla geliyordu. Belki belki de bu nedenle iç melodim artık ona eşlik etmek istemiyordu. Babam gidiyordu ve artık kardan korkuyordum. Ablam diyordu ya korkma babam yanımızda diye. Artık babam olmayacaktı. Asıl çaresizliğim yeni başlıyordu. Kar beyaz bir çaresizlikti benim için.

      Yıllar geçtikçe karı göremez olduk. Artık eskisi gibi çok yağmıyordu. Yağdığında da çok fazla yerde kalmıyordu. Çocukluğum çok uzun yıllar öncesinde kalmıştı. Bense umutsuz şiirler yazan iflah olmaz bir romantiktim. Beni ayakta tutan, bana güç veren tek şey sevgiydi.
Yine mevsimlerden kıştı. Yine kar vardı ve ben artık çocuk değildim. Kırklı yaşlara gelmiş bir kadındım. O gece rüyamda onu gördüm. Kollarını sıvamış tepsiler dolusu pilav yapıyordu. Pilavın üzerine etleri özenle bir sanat eseriymiş gibi yerleştiriyordu. Öyle mutlu görünüyordu ki, gözlerinin içi gülüyordu. Kendi kendime bu bir düğün mü yoksa bir dua falan mı diyordum. Yavaş yavaş kalabalığın içine doğru yürüyordum. Uzaktan çok güzel bir müzik duyuluyordu. Düğünmüş diyordum düğün. Sonra elinden tuttuğum bir kız çocuğuyla müziğe doğru ilerliyordum. Yanımızdan bir kamyon geçiyordu ve kız çocuğu kayboluyordu. Onu aramaya başlıyordum. Sonra büyük bir odaya giriyordum. Buradaki herkes çok mutluydu. O sevgilim, canımın parçası gözlerinin içi gülerek tepsi, tepsi pilav dağıtıyordu. O kadar mutlu, o kadar mutlu ki. Sabah olunca mesaj çekiyorum. Hiç unutmuyorum 23. Ocak....Seni rüyamda gördüm diyorum. Çok mutluydun. İnşallah hep böyle mutlu olursun. Akşam işten eve dönerken her tarafı kar kaplıyor. Arabamla adım adım ilerliyorum. Öyle kayıyor ki, eve varamayacağımı düşünüyorum. Ben bir çelik gibi gerilmişken, telefonum çalıyor, onun ismini görüyorum tam açacakken kapanıyor. Belli ki, mesajım okunurken yanlışlıkla aranmışım. O gece o çok tanıdığım yürek acısını yine duyuyorum. Kıvranıp duruyorum. Aylar sonra bir Nisan ayında bir sosyal iletişim ağının sayfasında tesadüfen bir fotoğraf görüyorum. Kadın şöyle yazmış. 23 Ocakta evlendik. Düğün fotoğrafları. Kadını bir kar tanesi gibi görüyorum. Kristal gibi, ya da iç müziğimle dünyanın en güzel dansını edecek bir balerin gibi. Sevgilimi rüyamda gördüğüm o gece 23 Ocak. O sevdiği kadınla evlenmişti. Kar tanesi gibi görmüştüm kadını o beyaz gelinliğin içinde. Işıl ışıl, beyazın en beyazı kar tanesi gibi. 

      Belki de o yüzden iç müziğim artık kar tanelerine eşlik etmiyor. Çünkü kar benim için hep Beyaz bir çaresizlikti.
Yazan: Serpil Tütüncü

17 Ocak 2017 Salı

Ekinler Biçilirken

1976 yazında Vaysal köyünde ekinler biçilmekte, yükselen dokurcunlar tarlaları boydan boya doldurmaktadır.

 Kore’li Salih, köyün tek traktörüyle işleri kolaylaştırsa da köyün diğer kısmı çift beygirlerine gözleri gibi bakmaktadırlar… Harman işleri daha yeni başlamış, yaz her zamanki gibi zorlu geçeceğini belli etmektedir. Geçen kış ilk defa tarlalarında denedikleri fabrika gübresi büyük bir ürün artışına sebep olmuş, dededen, babadan kalan kızılca türü buğday tohumu, yerini Rus buğdayına bırakmıştır.

Saksağan derenin sol yamaçlarında koyunlarını otlatmakta olan Yumuk İbramın İlhan (okulu yeni bitirmiş, öğretmeni Cumhuriyet Hüseyin’in tüm ısrarlarına karşın babası tarafından ortaokula gönderilmemiştir. Tek çocuğudur evin o, kıymetlidir, malını mülkünü kime bırakacaktır sonra) bir yandan gözleriyle koyun sürüsünde keçileri yan tarafta tarlaya zarar vermesin diye kollarken, elinde arabacı Mustafa’ya 10 yumurta karşılığı yaptırdığı kavalından hırsla ses çıkarmaya çalışmaktadır. Suluların Ahmet’ten nesi eksiktir? O da öttürecektir kavalını koyunlarının arkasında.

Aynı saatlerde köyün üst başında evlerinin yanında Aptıraman Hasan’ın 12 yaşındaki torunu(aynı zamanda bu satırların da yazarı) beygirleri ahırdan çıkarmaya uğraşmakta; ninesi telaşlıca onu izlemektedir. Orakçılar 2 hane, toplamda 17 kişi olarak ekinlerini biçmektedirler. Kolay mıdır o kadar insanı 3 öğün doyurmak? Ahırdan çıkan sabırsız bir çift beygire yüklenen heybelere sıcak yemek dolu kapırcaklar itinayla yerleştirilir. Kara beygirin üzerinde Batak da ki koca tarlaya doğru yola çıkan torunun derdi başkadır. Bu yaz sonuna kadar işlere yardım için köyde kalırsa ninesi ona bisiklet alacaktır. “Acaba ne renk alsam?” diye düşünürken tarlaya yaklaştığını görür bisikleti unutur, çoluk, çocuk tarlaya yayılmış hırsa çalışan orakçıları süzer gözleriyle. Yemek geldiğini gören orakçılar şöyle bir dalgalanır, kalaycı İbramın karısı seslenir “Hadi be kızanım öldük açlıktan, bak harmanlar bitsin söz küçük kara kızımı vercem sana.” diyerek utandırmaktadır Hatçe ninenin bisiklet sevdalısı torunu.

İlhan arkadaşımla geçen gün kahvede demli çaylar eşliğinde yapılan sohbette yad ettik  40 yıl öncesinin anılarını. Bisiklet mi? Aldı ninen harman sonu. Köye bile gittim onunla. İlhan’ın kavalını sorarsanız onu ne yaptığını bana bile anlatmıyor.

Yazan: İsmail Demiray


14 Ocak 2017 Cumartesi

14.01.2017 Tarihli Toplantı



Ayın kitabı OD'U konuşuyoruz. Bu arada toplantının bir kısmını haber yaptılar. Edirne Yenigün Haber'de bulabilirsiniz. 👀📖📖 — Fatih AltunSemra Pehlivan HüsmenoğluUmut ÇalışanGönül SayınNebahat Çavuş ve Sibel Özden Çimen ile birlikte.