18 Ocak 2017 Çarşamba

Beyaz Çaresizlik

Penceremin önünde kar tanelerinin süzülerek yere inmesini izliyorum. Önce salınarak bir balerin edasıyla süzülüyorlar. Sonra hızlanıyorlar, telaş içinde eve koşturan insanların telaşıyla yere iniyorlar. Bahçemdeki çam ağaçları üzerinde birikmeye başladılar bile. Gecenin karanlığı yavaş yavaş her yere yayıldı. Bahçenin ışıklarıyla kristal gibi parlıyor ağaçların üzerinde birikenler. Yolculuğa devam edenler ise, ışık hüzmesinde sihirli bir yol çiziyorlar sanki. Kar güzel yağıyor. Ne çok ihtiyaç vardı. Tarlalar susuz kalmış, buğdaylar neredeyse yarı yarıya çıkmış, çıkanlar da soğuktan donmak üzereydi. Şimdi buğday tarlalarının üzeri en yumuşak, en sıcak örtüleriyle örtülecekti. Beyaz bir yorgan gibi. Ne kadar tuhaf içimdeki müzik kar tanelerine eşlik edemiyor. Sanki bu güzelliğin yüreğime inmesini engelleyen bir şey var. İç melodim bu güzelliğe eşlik edemiyor. Duygularım mı küntleşmişti? Yüreğim mi nasır bağlamıştı. Gözlerimin gördüğü bu güzelliğe yüreğim neden eşlik edemiyor. Öylece gözümün gördükleri yüreğime yol alamadan izliyorum kar tanelerinin telaşını. Beyaz umut mu? Beyaz çaresizlik mi? Yarım asırlık bir yolculuğa çıkıyorum penceremin önünde. Gecenin karanlığında kayboluyor şimdiki zaman.
Karlar altında kalmış küçük bir ev. Evin sadece girişi ve bir küçük pencere açıklığı kardan temizlenmiş. O mavi boyalı küçük pencerenin iç kısmındaki çıkıntıda ben oturuyorum. Sanırım 4 ya da 5 yaşlarındayım. Sadece küçük bir alanı görüyorum. Bembeyaz, sadece beyaz, beyazın en parlağı... Her tak sesiyle irkiliyor bağırmaya başlıyorum. Abla koş abla koş gene düştü öldü mü hemen bak abla… Koş abla..Pencerenin iç kısmındaki çıkıntısında ben oturuyorum. Dışarıdaki çıkıntıya ise donmuş gugukçuklar ya da minik serçeler düşüyordu. Ablam dışarı çıkıp eline alıyor ölmüş bu diyordu bazen. Bazense can çekişen kuşu avuçlarıma koyup üzülme bak ölmemiş şimdi ısınınca canlanır diyordu. Akşamları ise evin içine kürekler alınıyordu. Kar çok yağarsa kapımız kapanırsa diye. Korkardım, ya kaybolursak karın altında derdim. Ablam başımı okşar, korkma babamız yanımızda o bizi çıkarır derdi. Kar çaresizlik ise baba güç ve kurtarıcı idi.
Mevsimler birbirini takip ediyor bir başka kış geliyordu yine. Çocukluğumun kışları hep çetindi. Ben bu çetin kışlarda beyaza saygıyı ve güçlüklere kafa tutmayı öğreniyordum. Çoğu kez bana çağrıştırdığı çaresizlik oluyordu. Kış demek, kar demek çaresizlikti. Küçük beynim ve yüreğime hep bunlar kazınıyordu.

Yine böyle bir kıştı. Her yer neredeyse diz boyu kar ile kaplıydı. Ben yine pencerede aynı yerde oturuyordum. O küçücük odada dünya ile tek bağlantımız burasıydı ve bunu en iyi değerlendiren bendim sanki. Karşıdan komşuların bahçemizden evlerine geçişini izliyordum. Anne baba ve yanlarında 2 kişi daha. Sırayla yürüyorlardı. Kardaki izleri karşıdan bir oya gibi görünüyordu. Zorlu yürüyüşlerini öylece izliyordum. Birkaç saat sonra başka bir komşu gelmişti.

—Duydun mu Hatice Ülker’i kocası dövmüş getirip babasının evine atmış. Bir de kızını getirmiş yanında.
—Annem nerden çıkarıyorsunuz bunları belki annesini babasını özlemiştir. Yazıktır, günahtır
-   Yok, yok zavallıyı getirip, silkeleyip atmış
İşte yine bir kar yine bir çaresizliği getirmişti. Anneme sokuldum.
—Şimdi ne olacak anne dedim.
-      Sincap, sen büyüklerin konuşmasını mı dinliyorsun. Anne babasını özlemiş, onlarla biraz kalıp sonra kendi evine dönecek dedi annem.
Birkaç zaman sonra bu olayın da bir insanı ölüme götürdüğüne şahit olacaktım. Tıpkı camın önüne düşen donmuş kuşlar gibi. Olayın içindeyken olayı yaşarken ne kadar büyükmüşüm. Kendimce ve bu kadar doğru nasıl yorumlamışım. Şimdi hatırlayınca o günlerde oralarda olan ben değilmişim gibi.. O kadar uzak.. .O kadar yaşanmamış sanki...
Bu çetin kışta en çaresiz zamanda Ülker babasının evine bırakılmıştı. Dünyalar güzeli bir kızı vardı. Simsiyah lüle lüle saçları o bembeyaz yüze öyle masum düşerdi ki, eliyle hızla saçları yüzünden atar o simsiyah pırıl pırıl iri gözleri ortaya çıkardı. Ülker’in kızı benden sadece birkaç yaş küçüktü ve daha sonraları artık onu annesiymiş gibi sevecektim. Evet, bu inatçı kar bizi terk etmişti. Artık güneşi görmeye başlamıştık. Sonra sonra havalar ısındı. Bahar mıydı yaz mıydı hatırlamıyorum. Ülkeri’n kızıyla oynamaya diye komşuya gitmiştim. Evde bir sürü insan bir telaş bir telaş. Ben büyük odaya girer girmez beni kovalamışlar çık buradan sen ne arıyorsun burada diye bağırmışlardı. Ülker odanın bir köşesinde yatıyordu. Kadınlardan biri
   -    Vah bahtsızım vah kadersizim. Ölüyor. İki küçük çocuk baba evinde vah kadersizim. Vah güzel kızım
   -               Ateşi çok yükseldi, cayır cayır yanıyor yavru diyordu bir başka kadın
-          Kanama, kanaması çok fazla diyordu diğeri Bir başkası..
-          Kara Ahmet’i çağırın onda yılancık taşı var. Alsın gelsin taşlarını diyordu.
-          Bahçedeki ocağın taşları arasına gizlenmiştim. Ortaya çıktığımda beni kovalıyordu büyükler.  Kara Ahmet gelmişti. Kutusu elinde. Merak ediyordum taşları. Taşları çıkarırken meraktan yine fırladım yanlarına. Boy boy yuvarlak taşlardı. Kadının biri yılancık ise taşlar yapışır diyordu. Beni farkedince yine kovaladı. Ben yine taş ocağın taşları arasına gizlendim.
Esmer bir kadın vah gitti gitti anam diye bağırarak çıktı dışarı gitti. Öldü anam öldü. Dört parmağını göstererek önce havaya kaldırmış, sonra iki bacağının arasına sokmuş, ha böyle sazları sokmuş sokmuş.Kanama kanama..Ne yapsın zavallı. Zaten 2 çocuk var. Bu yüzü hemen unutmak istedim. Sanki Ülker’i o öldürmüştü. Adını da yüzünü de hemen orada unutmuştum. Ölümün soğukluğuyla ilk kez orada o anda küçücük bir çocukken tanışmıştım. Bu ölüm de kar ile gelmişti. Tıpkı guguk kuşları gibi .
      O günden sonra Ülker’in kızının annesi olmuştum adeta. Onun yanında bir kez olsun anneme anne diye seslenememiş, her öğünde onu bize getirip, yemeğini yedirmiştim. Öğlen saatlerinde onunla birlikte uykuya yatmıştım. O küçüktü uyuyarak büyüyecekti. Bir yıl sonra ben okula başlamıştım. Babası ben okuldayken Ülker’in kızını alıp götürmüştü. Veda bile edememiştik. Yıllar sonra onun da anne olduğunu duymuştum. O can parçasını babası alıp götürdükten sonra hiç görmemiştim.
        Kar beyaz kar... Bereket dediğimiz kar...Çocukluğumda çaresizlik diye kodlanmıştı beynime.
     Babam adeta kendini kapıya vurarak girmişti içeri. Ellerinde fileler, şapkası, paltosu kar içinde kardan adam gibi. Elindeki çantaları kapının arkasına bırakıverdi. Elleri tutmuyordu. Sobaya yaklaştırdığı an acıyla uzaklaşıyor kıvranıyordu. Ellerine baktım. Patlıcan moruydu. İlk kez ilk kez bu kadar morarmış eller görüyordum. Acıdan gözlerinden yaşlar geliyordu. Köşeye büzülmüş, korkmuş gözlerle babamı izliyordum. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu acı ne kadar sürdü bilmiyorum. Neden sonra paltosunu çıkarabildi. Sonra yanıma oturdu. Hanım şu çantaları getir dedi. Çantalardan 2 küçük kırmızı manto çıktı. Yakalarında kürkü olan. Kırmızı ponponları olan.. Sonra 2 küçük bot. Botların kenarındaki işçiliği hala hatırlıyorum. Çizebilecek kadar net hatırlıyorum. Deri dantel gibi işlenmişti sanki. Kızlarıma manto aldım derken morarmış ellerinin acısını çoktan unutmuştu. Babam canım babam.Her tarafta metrelerce kalınlıkta kar varken o aşağıdaki köylerdeki insanları da alır şehir merkezine taşırdı. Traktör kasasının arkasını bir brandayla kapatarak ihtiyacı olanları şehir merkezine taşırdı. Hastasını, yolcusunu. Çoğu zaman para almazdı. Bazen ısrarla bırakanlar olursa onunla da bize meyve ya da giysi alırdı. Böyle bir işi yapmasına hiç gerek yok iken. O dönemde bizim oralarda traktöre sahip tek kişi olarak, kendini sorumlu hissederdi. Kar demek fedakarlık demekti, fedakarlık ise babam demekti.
      Mevsimler değişti, yeni kışlar yeni karlar geldi. Artık eskisi gibi uzun kalmıyordu kar. Geçerken uğrayıp bir selam vereyim der gibiydi. Öyle metrelerce tepeler oluşturmuyordu. Çaresiz hissetmiyordum. Belki de biraz büyüdüğüm için biraz daha farklı bir gözle bakabiliyordum. Artık ilkokula gidiyordum. Kar yağdığında artık evimizin kapısını kapatmıyor kış geceleri komşularımız rahatlıkla bize gelebiliyordu. Özellikle genç kızlar bize gelmek için can atıyordu. Dışarıda bembeyaz tertemiz bir örtüden evimize girdiklerinde içeride bahar vardı. Sıcacık bir oda. Her zaman temizlik kokan, dikkatinizi çekerim deterjan demiyorum temizlik kokan. Sonra özenle örülmüş danteller. Üzerlerine ipeklerle kuşlar, çiçekler işlenmiş yastıklar. O kuşlar o kadar canlı dururdu ki, çok dikkatli bakınca sanki bir an uçup havalanacaklar gibi gelirdi. Rengarenk ipeklerle işlenmiş yastıklar. Dantellerle süslenmiş örtüler..Dışarda kar içerde bahar vardı sanki.Ama daha da güzeli.Kadife sesli annemin o güzel sesiyle seslendirdiği halk hikayeleri. Tahir ile Zühre, Aslı ile Kerem ve daha niceleri.Genç kızları bir mıknatıs gibi bizim eve çekerdi. Ne güzel şiirler okurdu annem. Kadife sesli, ipek saçlı annem. O kadar narin, o kadar zarifti ki, sanki bütün şiirlerin şairi gibiydi. Sanki bütün aşk hikayelerini annem yazmıştı. Öyle sıcaktı ki odamız. Buram buram sevgi. Buram buram şiir, buram buram temizlik kokuyordu. Tıpkı dışarıdaki karın temizlik, saflık çağrıştırdığı gibi.
    Yarım asırlık yaşamımda kar taneleri bir kez umut olarak yağmıştı. Ortaokula gidiyordum. Matematik sınavında öğretmenim beni kendi masasına oturtmuştu. İlk 15 dakikada sınavımı bitirmiştim. Pencereden dışarı baktım. Lapa lapa kar yağıyordu. Salına salına inen iri kar taneleri balerin gibi süzülerek aşağı iniyordu. İçimdeki melodi benim iç müziğim bu balerinlere eşlik ediyordu. Zihnim pırıl pırıldı. Umutlarım yeni tomurcuklanmış bir gül gibiydi. Başaracağım dedim başaracağım. Ne güzel ne eşşiz müzikti, ne eşsiz bir danstı bu. Bu ne beyaz bir saflıktı. Bu küçücük yürekte bu ne büyük bir güçtü. Hayatımda ilk kez kar umut olup yağmıştı. Korku yoktu, çaresizlik yoktu. Esaret yoktu.
     Mevsimin ilk karı umut olmuştu ama 2. Kar yağdığında hurda bir otobüsle köy yolundaydım. Geceydi. Dışarısı kapkaranlıktı ama yerler yine karla kaplanmıştı. Hurda otobüsün camları nefesimizden buğulanmıştı. Dışarısı görünmüyordu zaten karanlıktı. İçerde ağır ve rutubetli bir koku ve yüreğimde acının en büyüğü. En kötü haberi almıştım. Babam canım babam, fedakarlığın adı, sevginin adı, kar ın beyazı babamın beyin tümörü olduğunu öğrenmiştim. Çaresizliğin ne olduğunu işte bu hurda otobüsün içinde yüreğim yanarken anlıyordum. Otobüs kayıyor, kara saplanıyor bir türlü yol alamıyordu. Kayınca içerdeki insanlar korkuyor bağrışıyor ama ben içimde bir yanardağı ile buz gibiydim. Kar kar bana hep acı hatıralarla geliyordu. Belki belki de bu nedenle iç melodim artık ona eşlik etmek istemiyordu. Babam gidiyordu ve artık kardan korkuyordum. Ablam diyordu ya korkma babam yanımızda diye. Artık babam olmayacaktı. Asıl çaresizliğim yeni başlıyordu. Kar beyaz bir çaresizlikti benim için.

      Yıllar geçtikçe karı göremez olduk. Artık eskisi gibi çok yağmıyordu. Yağdığında da çok fazla yerde kalmıyordu. Çocukluğum çok uzun yıllar öncesinde kalmıştı. Bense umutsuz şiirler yazan iflah olmaz bir romantiktim. Beni ayakta tutan, bana güç veren tek şey sevgiydi.
Yine mevsimlerden kıştı. Yine kar vardı ve ben artık çocuk değildim. Kırklı yaşlara gelmiş bir kadındım. O gece rüyamda onu gördüm. Kollarını sıvamış tepsiler dolusu pilav yapıyordu. Pilavın üzerine etleri özenle bir sanat eseriymiş gibi yerleştiriyordu. Öyle mutlu görünüyordu ki, gözlerinin içi gülüyordu. Kendi kendime bu bir düğün mü yoksa bir dua falan mı diyordum. Yavaş yavaş kalabalığın içine doğru yürüyordum. Uzaktan çok güzel bir müzik duyuluyordu. Düğünmüş diyordum düğün. Sonra elinden tuttuğum bir kız çocuğuyla müziğe doğru ilerliyordum. Yanımızdan bir kamyon geçiyordu ve kız çocuğu kayboluyordu. Onu aramaya başlıyordum. Sonra büyük bir odaya giriyordum. Buradaki herkes çok mutluydu. O sevgilim, canımın parçası gözlerinin içi gülerek tepsi, tepsi pilav dağıtıyordu. O kadar mutlu, o kadar mutlu ki. Sabah olunca mesaj çekiyorum. Hiç unutmuyorum 23. Ocak....Seni rüyamda gördüm diyorum. Çok mutluydun. İnşallah hep böyle mutlu olursun. Akşam işten eve dönerken her tarafı kar kaplıyor. Arabamla adım adım ilerliyorum. Öyle kayıyor ki, eve varamayacağımı düşünüyorum. Ben bir çelik gibi gerilmişken, telefonum çalıyor, onun ismini görüyorum tam açacakken kapanıyor. Belli ki, mesajım okunurken yanlışlıkla aranmışım. O gece o çok tanıdığım yürek acısını yine duyuyorum. Kıvranıp duruyorum. Aylar sonra bir Nisan ayında bir sosyal iletişim ağının sayfasında tesadüfen bir fotoğraf görüyorum. Kadın şöyle yazmış. 23 Ocakta evlendik. Düğün fotoğrafları. Kadını bir kar tanesi gibi görüyorum. Kristal gibi, ya da iç müziğimle dünyanın en güzel dansını edecek bir balerin gibi. Sevgilimi rüyamda gördüğüm o gece 23 Ocak. O sevdiği kadınla evlenmişti. Kar tanesi gibi görmüştüm kadını o beyaz gelinliğin içinde. Işıl ışıl, beyazın en beyazı kar tanesi gibi. 

      Belki de o yüzden iç müziğim artık kar tanelerine eşlik etmiyor. Çünkü kar benim için hep Beyaz bir çaresizlikti.
Yazan: Serpil Tütüncü

0 yorum:

Yorum Gönder